31 Ekim 2012 Çarşamba

Eyvah işçiler geliyor!



İşçiden bu kadar mı korkulur! Ne etti lan size bu işçi!...

12 Eylül darbesinin sendikal hakları kullanılamaz hale getiren ve o günden bugüne bu hakların geliştirilmesi adına bir tek çivi çakılmayan Sendikalar Yasası, Toplu İş İlişkileri Kanunu olarak değişti.

Kimi sendikalar, uluslararası kriterlere uymayan kanunun bu şekilde düzenlenmemesi için sokağa çıkarken, kimi sendikalar ise kulis oyunlarıyla rakiplerine son dakika golü atmanın derdindeydi. 

Fotoğraftaki manzara da yasaya ilişkin itirazlarını, yani yasaksız, barajsız bir düzenleme taleplerini dile getirmek isteyen işçilerin, TBMM'ye yürümek istediklerinde yaşandı.

İşçilerin "barajsız sendika" talebine yanıt, Meclis'e bile yürünmesine gerek kalmadan çevik kuvvetten oluşturulan barajla/barikatla verilmiş oldu. Yasadaki barajlar, iri cüsseli, gazlı, coplu, kalkanlı çevik kuvvetle adeta ete kemiğe büründü.

Sonrası bir Türkiye klasiği...

Polis gazına sarıldı, işçi limonuna...

Gazla nefesi kesilen, suyla ıslatılan işçilerden birinin kararlığı ise işte ortaya fotoğraftaki görüntüyü çıkardı.    


Elinde pankartı, başında şapkası, gaz nedeniyle gözünden yaşlar süzülen bir işçi, tam teçhizatlı onlarca polise karşı haklılığın verdiği cesaretle taleplerini haykırmaya devam ediyordu.     

Evet polis işçileri o gün yürütmedi. Çok değil, birkaç gün sonra aynı işçiler her ne hikmetse TBMM Dikmen Kapısı'na kadar gidip söyleyeceklerini söylediler. Merak edenler varsa korkmayın, kıyamet de kopmadı...

Malum fotoğraf çok şey söylüyor ama bu fotoğrafa en çok da bugünlerde sendika isteyen polislerin bakmasında fayda var!

Çünkü sıktıkları gazdan, ıslanmış kalkanlarından bu manzarayı iyi görememiş olabilirler.  

O haklar kolay alınmıyor!...

*Fotoğraf Birleşik Metal-İş arşivinden alınmıştır.

26 Ekim 2012 Cuma

Ölümlere seyirci kalmayın!...




İşçi haklarına saygılı bir Dünya Kupası için siz de stadyumda yerinizi alın. Bu stadyumu birlikte dolduralım!

Dünya Kupaları ve Avrupa Futbol Şampiyonaları günümüzde herkesin gözlerini çevirdiği en büyük spor organizasyonlarından. Özellikle bu organizasyonların finali anlamına gelen 1 aylık dönemde neredeyse bütün dünyanın gözleri ev sahibi ülkeye ve ekranlara kilitleniyor.

Organizasyon böylesine önemli olunca ülkeler de ev sahibi olabilmek için birbirleriyle kıyasıya bir rekabete giriyor. Kazanabilmek için de başta yeni stadyumlar olmak üzere birçok söz veriyorlar. Sonuçta herkesin hayranlıkla baktığı, son teknolojiyle donatılmış yepyeni stadyumlar ortaya çıkıyor.

Buraya kadar her şey çok güzel, şimdi gelelim madalyonun diğer yüzüne. Bu harika stadyumların yapımı ve başta ulaşım olmak üzere diğer hazırlıklar için binlerce işçi yıllarca çalışıyor. O görkemli stadyumların inşaatlarında yüzlerce işçinin cansız bedeni bulunuyor.İnşaatlarda son derece kötü koşullarda çalışan işçilerden bir çoğu ücretlerini kupa finallerinden aylarca sonra alabiliyor. Kupalara ev sahipliği yapan ülkeler 4 yılda bir değişse de işçilerin kaderi çok fazla değişmiyor.


Futbolcudan fazla işçi ölecek
2022 Dünya Kupası’na ev sahipliği yapacak ülkenin Katar olarak açıklanmasından sonra işçi hakları konusunda mücadele veren çevreleri endişe aldı.

Çünkü yaz ayında ortalama 45 dereceyi bulan sıcaklık nedeniyle stadyumları klimalı olarak inşa etmeyi planlayan Katar'ın, işçi hakları konusunda oldukça kötü bir sicili bulunuyordu.

Katar, 1.2 milyon işçinin sendikaya üye olma hakkını engelleyerek, toplu pazarlık ve örgütlenmelerini yani evrensel insan haklarını ihlal ediyor.

Katar’da çalışanların yüzde 94’ü hiçbir hakkı olmayan göçmen işçilerden oluşuyor. Katar Dünya Kupası projeleri için 100 milyon dolar harcama yapmayı planlıyor. Dev inşaat projeleri için önümüzdeki 10 yıl binlerce yeni işçiye ihtiyaç olacak. 

Dünya Kupası’nın alt yapısı inşa edilirken ölecek insanların Dünya Kupası'nda oynayacak insanlardan daha fazla olacağı belirtiliyor.

Katar'da her yıl yaklaşık 200 Nepalli işçi ölüyor. Katar, çalışırken ölen ya da sakat kalan işçi sayısını açıklamayı alenen reddediyor. 

Hindistan, Sri Lanka, Pakistan ve Bangladeş'ten gelen yüzlerce göçmen işçi, her yıl Katar'da ölüyor ya da yaralanıyor. 

Uluslararası İşçi Sendikaları Konfederesyonu da Katar’daki işçi haklarının ihlaline dikkat çekmek için internet üzerinden “Katar: Doğruyu yap” başlıklı bir kampanya başlattı.  

Kampanya kapsamında http://act.equaltimes.org sitesini ziyaret edenlerden sanal olarak 21 bin 282 kişilik Al-Rayyan Stadyumu’nu doldurmaları isteniyor. Böylece Katarlı yetkililere, işçilerin sendika kurma ve üye olma hakkına saygı gösterilmesi için güçlü bir mesaj verilmesi amaçlanıyor.

2022 Dünya Kupası kimin olacak bilinmez ama hiç değilse kaybedeni işçiler olmasın!

İşçi hakları için siz de stadyumda yerinizi alın.... 

Bu kez kazanan işçiler olsun!...

23 Ekim 2012 Salı

Yorganınıza daha sıkı sarılın!


Yeni yılı zam umuduyla bekleyen asgari ücretli ve emekliye, 2013 yılında da süpriz yok!...

2013 Yılı Programı'nın Resmi Gazete'de yayımlanmasıyla yeni yılda asgari ücret ve emekli aylıklarına yapılması planlanan zam oranları da ortaya çıktı.

Programda, 2013 yılında, öngörülen büyüme ve yatırım artışlarına bağlı olarak istihdamın 495 bin kişi artacağı, işsizlik oranının ise yüzde 8,9 oranında gerçekleşeceği öngörülüyor. Buna göre, her yıl iş gücü piyasasına yaklaşık 800 bin kişinin katıldığı düşünüldüğünde işsizlerin iş beklemeye devam edeceği anlaşılıyor.

Ekonominin yüzde 4 oranında büyümesinin, enflasyonun yüzde 5,3 oranında gerçekleşmesinin beklendiği yeni yılda asgari ücretlileri güzel haberler beklemiyor.

Asgari ücretin 2013'ün Ocak ve Temmuz aylarında yüzde 3 oranında artırılması hedefleniyor. Yani eğer enflasyon beklentisi tutarsa, asgari ücretliye hedeflenen enflasyon civarında zam yapılacak. Bilindiği gibi, enflasyonun asgari ücreti geçmesi halinde bunu telafi edecek bir mekanizma da bulunmuyor.

Emekli aylıklarının ise önceki altı aylık enflasyon tahminine göre ocak ve temmuz aylarında sırasıyla yüzde 5,32 ve yüzde 2,34 oranında artırılması öngörülüyor

Dar gelirliler için böyle bir yeni yıl planlanırken, vergi gelirlerinin gayri safi yurtiçi hasılaya oranının yüzde 19,4'ten yüzde 20,2'ye çıkması amaçlanıyor.

Hal böyle olunca, ücret ve aylıklarına yapılacak zamla yeni yılda biraz olsun nefes almayı bekleyenlerin, ekonomiden sorumlu bakanların, "ayağınızı yorganınıza göre uzatın" nasihatına uymalarının bile zor olacağı ortaya çıkıyor.

Görünen o ki zaten bir süredir ayakları dışarıda bırakan yorganlar 2013'te biraz daha kısalacak!

Asgari ücretliler ve emeklilerin "ayaklarını yorganlarına göre uzatmak yerine" yorgana daha sıkı sarılmasında fayda var.

Çünkü işin ucunda giderek kısalan yorganı tümüyle kaybetmek de var!...

Konuşan tişörtler!


Tişört deyip geçmeyin!... Artık sesini duyurmak isteyen mesajını tişörtüyle veriyor!...

Söyleyecek sözü olanlar, bunları en geniş kitlelere duyurabilmek, kampanyalarını görünür kılmak için çeşitli araçlar seçiyor. Zamanla seçilen bu araçlar da değişiyor, var olanlara yenileri ekleniyor. 

Son dönemde sıkça kullanılmaya başlanan araçlardan biri de tişörtler. Hak arayanlar, aktivistler, sokaklarda, meydanlarda birbirinden renkli ve dikkat çeken tişörtleriyle yürüttükleri kampanyaları daha dikkat çekici hale getirmeyi başarıyor.

Bu tür tişörtlerin belki de en eski örneklerinden olan barış sembollü ve "Savaşa Hayır" yazılı tişörtler hale savaş karşıtları tarafından yaygın bir şekilde tercih ediliyor. Suriye'de yaşanan savaş ve bu sıcak gelişmeyle yeniden canlanan savaş karşıtlığı nedeniyle bu tür tişörtlerle daha sık karşılaşılacak gibi görünüyor.

Çevreyle ilgili kampanlarda da bu tür tişörtler yaygın bir biçimde kullanılıyor.  Nükleer enerji karşıtlığı, doğanın ve hayvanların korunması ile çeşitli türlerin içinde bulunduğu yok olma tehlikesi çevre aktivistlerinin gündeminde öne çıkan konular arasında bulunuyor.

 Van'da yaşanan depremin ardından yaraların sarılmasına yönelik kampanyalarda, tutuklu gazeteciler konusunda yürütülen çalışmalarda,  kadına karşı şiddete yönelik çabalarda, işten atılan işçilerle dayanışma etkinliklerinde, sevilen sanatçıların anmalarında, adil yargılanma talebinin yükseldiği mahkeme kapılarında olduğu gibi  bu tür tişörtlerin binbir türüyle karşılaşmak mümkün.        

Bu tür "konuşan tişörtlerin" ünü/etkisi sokakları da aşarak TBMM çatısı altına kadar ulaştı. Sokakta olduğu gibi milletvekilleri de muhalefetlerini daha etkili hale getirmek için bu tür tişörtleri sıkça kullanmaya başladı.  Kurallar gereği ceketlerinin altına, kravatlarının üstüne tişört giymek zorunda kalan milletvekilleri, THY'deki grev yasağına ve  305 işçinin işten atılmasına yönelik tepkilerini bir kez de renkli tişörtleriyle ortaya koydular.

Yine TBMM çatısı altında çevre duyarlılığı yaratmak ve doğanın korunmasına dikkat çekmek için "İmdat doğa", Sivas Davası'nın zaman aşımına uğramasına tepki için de "Kalbim Sivas'ta Yandı" yazılı tişörtlerle Meclis kürsüsünden konuşan milletvekilleri oldu.

Bu tişörtlerden bazıları yürütülen kampanyalar başarılı olduğu için biraz yıpransa da birer anı olarak dolaplardaki yerini aldı.

Bazıları ise çabalar henüz sonuç vermediği için halen kullanılmaya ve giderek solmaya devam ediyor.

19 Ekim 2012 Cuma

İşçinin kaderi Kayserililer'in elinde


12 milyon işçinin kaderini 3 Kayserili belirleyecek... İşçi Mustafa mı, patron Rifat mı? Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün tercihi kimi sevindirecek?  

İşçilerin bundan sonraki hak arama mücadelesinin çerçevesini belirleyecek olan Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Yasa Tasarısı, TBMM Genel Kurulu'nda kabul edildi.

Yıllardır gündemde olan bu düzenlemelerin sonuna doğru ortaya çıkan "protokol" ve son anda düzenlemeyi kendi lehine çevirmeye çalışan aktörlerin manevraları ortamı bir hayli gerdi.


İşçi kesiminde en karlı çıkan Hak-İş olmuş görünüyor. Özellikle ilk 3 ay iş yerlerinde iş kolu baraj aranmayacağına ilişkin düzenleme Hak-İş'in kurduğu yeni sendikaların önünün tamamıyla açılması anlamına geliyor.

DİSK, kısmı bir takım iyileşmeleri yeterli bulmuyor. ILO standartlarının tamamıyla uygulanması için bu süreçte sokağa çıkan ve karşısında polisi bulan tek konfederasyon olan DİSK, "Türkiye'ye özgü sendikal haklar" önermesini reddediyor.

Yasanın son halinde en büyük zararı Türk-İş görüyor. Zaten bir süredir Hak-İş'e bağlı sendikaların yakın markajındaki Türk-İş'e bağlı sendikaları zor günler bekliyor. Sendikal Güç Birliği Platformu'nun bilinen muhalefetinin yanı sıra başka sendikalar da yasanın aldığı son şekil nedeniyle konfederasyon yönetimini eleştiriyor. Tüm bu gerilim Türk-İş Yönetim Kurulu içinde de  "istifa" seslerinin yükselmesine yol açmış görünüyor.

Kuşkusuz yasaya ilişkin tartışmalarda en öne çıkan aktör TOBB oldu. TOBB, olmazsa olmaz olarak sunduğu, 30'dan daha az işçinin çalıştığı iş yerlerinde örgütlendikleri için işten atılanlara ödenen sendikal tazminatın kaldırılmasına yönelik düzenlemenin kanuna girmesini sağladı. Hatta bazı milletvekilleri bu nedenle hükümeti, "TOBB'a teslim olmakla" suçlayıp, yasayı da "TOBB'un yasası" olarak nitelendirdiler. TOBB'un bu talebi, 12 milyon işçinin yarısının iş güvencesini tehdit eder bir biçimde yasada yerini aldı.

Gelinen noktada Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, yasayı ya onaylayacak ya da tekrar görüşülmek üzere TBMM'ye iade edecek.

Daha önce "kiralık işçilik" düzenlemesi için Gül'ün kapısını çalan ve düzenlemeyi iptal ettiren Türk-İş, bir kez daha bu yolu demeye hazırlanıyor. Türk-İş Yönetimi böylece kendi içinde oluşan tepkileri gidermek adına da son kozunu oynayacak. 

Elbette TOBB'da kendi açısından elde edilmiş bir kazanımı korumak için mücadele edecek.      

Kuşkusuz bu süreçte üç isim öne çıkacak Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Türk-İş Başkanı Mustafa Kumlu ve TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu. Bu üç ismin ortak özelliği ise Kayserili olmaları. 

İşte bu 3 Kayserili'nin tutumu ve sonuçta ortaya çıkacak karar, 12 milyon işçinin hakları ve geleceği açısından kritik bir önem sahip.

Bakalım Gül yetkisini hangi hemşehrisinden yana kullanacak:

İşçi Mustafa'dan yana mı, yoksa patron Rifat'tan yana mı?

Ne dersiniz!...

16 Ekim 2012 Salı

Böyle olur işsizin doğum günü!



Rakamlara göre işsizlik gerilemeye devam ediyor! Oysa bazıları için işsizlik hiç bitmeyecek gibi. İş için 1 yıldan fazladır bekleyen yaklaşık 900 bin kişi, yeni yaşlarına işsiz girdi... 

Türkiye İstatistik Kurumu'na göre, işsizlik düşmeye devam ediyor. Kurum, işsizlik oranını Temmuz ayında yüzde 8.4 olarak açıklayıp, işsiz sayısının 2.3 milyona gerilediğini duyurdu. Tabi bu rakamlar ve belirlenme biçimi, tıpkı enflasyonda olduğu gibi eleştirilere hedef olmaktan kurtulamıyor.

İşsizliğin rakamlara ve oranlara indirgenip, başarı ya da başarısızlığın bir matematik hesabının ötesine geçmemesi, insanların bu süreçte yaşadıkları travmanın ya da trajik insan öykülerinin bir kenara itilmesine neden oluyor.

Halbuki işsiz milyonlar arasında çocuğunun beslenme çantasını doldurmakta zorlanan anneler, eve ekmek götürebilmek için kaçak maden ocağına canı pahasına giren babalar, ataması yapılmadığı için girdiği bunalım nedeniyle intihar eden gencecik öğretmen adayları var.    

Türkiye'de işsizlik artık kronik bir hal almış durumda. Hal böyle olunca da işsiz sayısı üç aşağı beş yukarı sabit. Kesin rakamı belirleyen ise konjonktürel dalgalanmalar.

Bunun en önemli göstergelerinden biri de yine bir devlet kurumu olan Türkiye İş Kurumu'nun verilerinde gizli. Malum işsizler bir umutla bu kurumun kapısını çalıp, iş bekliyor.   

Ağustos ayı itibariyle kuruma kayıtlı 2 milyon 9 bin 964 işsiz bulunuyor. Bu işsizlerin yarısına yakını, 1 yıldan fazladır kendilerine müjdeli bir haber verilmesini bekliyor. 1 yıldan fazladır iş bekleyenlerin oranı yüzde 43'ü, sayısı da 868 bin 364'ü buluyor.

Genci, orta yaşlısı, yaşlısı yani her yaş grubundan yaklaşık 900 bin kişi iş beklerken 1 yıl daha yaşlandı. Yeni yaşlarına işsiz girdi.

İşsizine, vatandaşına 1 yılı aşkın bir süre iş bulamayan/yaratamayan, onları zorlu hayat mücadelesinde yalnız bırakan devlet,  bari makul olmaktan çıkan iş bekleme/bulma sürecinde işsizleri hatırlasa... 

Fantezi bu ya... Devlet, kapısına gelip 1 yıldan fazladır iş bekleyenler için yılın bir gününü "İşsizler Günü" ilan edip, o gün yeni yaşına işsiz girenler için toplu doğum günü kutlaması yapsa!... 

Malum belediyelerin en sevdiği işler de toplu sünnet, toplu nikah... Böylece bunlara bir toplu etkinlik daha eklenmiş olur.

Olmaz ama ya olursa, devlete yük getirmeyecek kutlamanın pastası da dileklerde şimdiden hazır:

50 kuruşluk Eti Cin, üstüne  bir de  mum... 


Ah bir de işimiz olsa... 




   

12 Ekim 2012 Cuma

Siz uyurken bakın ne oldu?


6 milyon 42 bin 360 kişi başını yastığa koyup uyurken hayatları, gelecekleri bakın nasıl değişti!...

İşçilerin aylardır beklediği sendikal örgütlenmeyi düzenleyen Toplu İş İlişkileri Tasarısı nihayet TBMM Genel Kurulu'da görüşülüyor.

Yıllara yayılan bir sürecin ardından Meclis'e sunulan tasarının görüşmelerinin arifesinde ortaya çıkan son dakika "protokolü", sendikal özgürlükleri geliştireceği iddia edilen düzenlemenin mayınlı bir tarlaya dönüştürüldüğünü gösteriyordu. Hatta bırakın sendikal özgürlükleri geliştirmeyi işçilerin büyük bir bölümü için sendika, tehdit haline geliyordu. Bugün toplu sözleşme yapabilmek işçilerin çok büyük bir bölümü için hayalken, artık topyekün sendikaya üye olmak hayal oluyordu.

Protokol doğrultusunda tasarıda gece yarısı yapılan düzenlemeyle 30'dan daha az işçinin çalıştığı işyerlerinde sendikaya üye olduğu için işten atılan işçiler bundan böyle 1 yıllık ücretleri tutarındaki sendikal tazminatı talep edemeyecek. Yani sendika üyeliğini engellemeye çalışan işvereni caydırmaya, işten çıkarılma durumunda ise işçinin uğradığı mağduriyeti bir nebze de olsa ortadan kaldırmaya dönük sendikal tazminat ortadan kaldırıldı.
 

İlgili madde görüşülürken tüm muhalefet partileri düzenlemeye karşı çıkarken, savunma "bütün sosyal tarafları düşünmeliyiz" diyen Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik'ten geldi. Çelik, düzenlemeyi, "İşveren, ağırlıklı olarak TOBB diyor ki, 'KOBİ'lerde, 30 işçinin altında olan iş yerlerinde iş güvencesi yok. Buradaki sendikal güvence de olmasın. Tek talebimiz bu.'
İşverenin bir talebi, işçilerin üç talebi var. 4. maddeyle ilgili işverenin direnci, 3 maddeyle ilgili işçi sendikalarının direnci devam etti. Sendikaların direncini, taleplerini yerine getirdik, işverenin de bir tek talebi vardı" ifadeleriyle savundu.

Bu düzenleme 30'dan daha az işçinin çalıştığı işyerlerindeki  toplam 6 milyon 42 bin 360 kişiyi ilgilendiriyor. Yani 12 milyon 107 bin 944 işçinin yarısını. Küçük ölçekli iş yerlerinde günde 10-12 hatta daha uzun saatler iş güvenliğinden ve güvencesinden uzak, düşük ücretle çalıştırılan bu işçiler, sendikaya üye olmayı artık akıllarından bile geçiremeyecek. Zaten asgari ücret yada biraz üzerindeki bir ücretle yaşamalarını sürdürmeye çalışan bu işçiler, işten atıldıklarında "sendikal tazminat" da olmayacağından kolları kanatları kırılmış bir şekilde kapının önüne konulacak. 

Çalışma hayatının "zencilerinin" yani en kötü koşullara razı olmak durumunda kalanların mağduriyeti tam anlamıyla bir köleliğe dönüşecek.  

Geride kalan işçileri örgütlemeyi yeterli gördüklerinden ya da kötü koşullarda çalışan işçilerle uğraşmak istemediklerinde olsa gerek sendikacılığın amiral gemileri, olup bitenleri izliyor. Birşey yapıyorlarsa da bunu sadece kendileri biliyor.   

Bir süredir sosyal güvenlikte, sağlıkta kazanılmış hakları birer birer feda edenler, bu kez işçilerin bir bölümünü feda etmiş gibi görünüyor.  

Akşama kadar ekmek parası kazanmak için canını dişini takıp çalışmaktan bitkin düştüğü için yastığına başını koyup ertesi günkü çalışma için biraz olsun dinlenen işçi uyurken bir gece yarısı işte bunlar oldu.

İyi güzel de işçilerin haklarını korumaları gereken sendikalar/sendikacılar tüm bunlar olurken ne uykusundaydı!...


Gece biterken TBMM'de boş Genel Kurul Salonu'na hitap eden  bir kadın milletvekilinin isyanı yankılanıyordu:

"Çalışma hayatını ilgilendiren yasalar neden hep gece yarısı görüşülüyor!..."

Birilerinin uykusu derin olduğu için olabilir mi?

Şişşş....

9 Ekim 2012 Salı

Bıyıksıza koltuk yok!


Kadına yönelik şiddettin, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin alabildiğine sürdüğü bir ortamda, kadın emeğinin hak arama mekanizmalarındaki temsilinde de ciddi bir eşitsizlik yaşanıyor.  

Türkiye'de 2011 sonu itibariyle 11 milyon 30 bin 939 işçi çalışıyor. İşçilerin yüzde 75.7'si erkeklerden, yüzde 24.3'ü kadınlardan oluşuyor.

Kadınların istihdama katılmasının, çalışma hayatına girerek ekonomik bağımsızlığını kazanmasının önündeki ciddi engeller, çalışan kadın sayısının da düşük kalmasına neden oluyor.

Bunun yanında çalışan kadınlar da sırf cinsiyetlerinden dolayı zorluklar yaşıyor. Aynı iş kolunda çalışan benzer işleri yapan kadınlar erkeklere göre düşük ücret alıyor, terfilerde tercih edilmiyor,  anne olmak istediklerinde çoğu zaman kariyerleriyle bebekleri arasında tercih yapmak durumunda kalıyor. Bu örnekleri artırmak da mümkün.


Hal böyle olunca, sorunları daha fazla olan kadın işçilerin, çalışanların hak ve çıkarlarını koruyup geliştirmek amacıyla kurulan sendikalara olan ihtiyacı, erkeklerden daha fazla oluyor. Sendikaların kadın işçilerin sorunlarını daha iyi hissetmesi ve bu sorunlara çözüm üretme konusunda daha fazla politika üretmesi için de yönetimlerde kadın işçilerin yer bulması gerekiyor.

Tüm bunlara rağmen işçi konfederasyonlarının erkek başkanlar tarafından yönetilmesi geleneği sürüyor. Bunun yanında konfederasyonların 19 yönetim kurulu üyesi arasında da tek bir kadın bulunmuyor. Türk-İş, DİSK ve Hak-İş'in toplam 22 kişiden oluşan yönetimlerinin tamamı erkeklerden oluşuyor.

İşçi sendikalarına bakıldığında ise toplam 94 sendika başkanı arasında kadın sayısı sadece 5. 479 yönetim kurulu üyesi arasında ise 34 kadın sendikacı bulunuyor. Sendikalardaki toplam 573 yönetici arasında kadınların sayısı 39'la sınırlı kalıyor. Sendikaların en önemli karar organları olan yönetim kurulundaki kadın oranı yüzde 6,8 gibi düşük bir oranda kalıyor.

Sendikaların varlıklarını sürdürmeleri, hak arama mücadelesinde güçlerini hissettirebilmeleri, tekrar umut olabilmeleri için büyük ölçüde sendikal örgütlenmenin dışında kalan kadın işçileri bu süreçlere ve karar organlarına dahil etmeleri gerekiyor.

Aksi halde, adeta "bıyıklılar kulübü" görünümündeki sendika yönetimleriyle kadın işçilerin sorunlarına çözüm getirilmesi, sendikaların bugün içinde bulundukları sıkıntıların aşılması mümkün olmayacaktır.

5 Ekim 2012 Cuma

Türk işi mucize!


Kendi kendine giden otobüsler, kendi kendine iyileşen hastalar, kendi kendine yükselen sapasağlam inşaatlar!… Nasıl mı?  
    
Sigorta müfettişleri kayıt dışılıkla mücadele kapsamında genel teftişlerin yanı sıra bazı sektörlere yönelik özel denetimler yaptı.
Bu denetimler için yapı denetim firmaları, hastaneler, meyve suyu üreten iş yerleri, süt ürünleri üreten iş yerleri ve şehiriçi otobüs işletmeleri seçildi.
Denetimler sonucu ortaya çıkan tablo kayıt dışılığın ülkede geldiği boyutu ve beraberinde ortaya çıkan tehlikeyi çarpıcı bir biçimde ortaya koydu.
Yapı denetim firmalarında yapılan denetimlerde 480 kişiye ulaşılırken bunların 254’ünün kayıt dışı olduğu belirlendi. Yapı denetim firmalarındaki kayıt dışılık oranı yüzde 53 olarak ortaya çıktı. Deprem ülkesi olan Türkiye’de hayati bir rol üstlenen yapı denetim firmalarının bu durumu, bu alandaki denetimler için de soru işaretleri oluşturdu. Kendisi denetim yapmakla görevli bir sektör, sigorta denetiminde kayıt dışılıktan sınıfta kaldı.  
Hastanelerde ise toplam 1763 kişiyle görüşüldü. Bu kişilerinin 735’inin kayıt dışı olduğu tespit edildi. Kayıt dışılık oranı ise yüzde 42’ye karşılık geldi. Böylece sağlık gibi telafisi olmayan, hata kabul etmeyen, hizmet kalitesinin her zaman üst düzeyde olması gereken bir alandaki kayıt dışılığın çalışanların yarısına yakına ulaşabildiği ortaya çıktı.
En çarpıcı sonuç ise şehiriçi otobüs işletmelerinde elde edildi. Her gün binlerce insanı bir yerden bir yere ulaşırken canını emanet ettiği bu iş yerlerindeki kayıt dışı oranı yüzde 65’i buldu. 109 kişiyle görüşen müfettişler 71 kişinin kayıt dışı istihdam edildiğini belirledi.   
Öte yandan, gıda gibi doğrudan insan sağlığını ilgilendiren bir sektördeki meyve suyu üreten iş yerlerinde çalışan 795 kişiden 67’sinin, süt ürünleri üreten iş yerlerinde 1892 kişiden 153’ünün yani yaklaşık yüzde 8’nin kayıtdışı olduğu tespit edildi.
Bu tablo, Türkiye’ye özgü bir çarpıklılığın hangi noktalara ulaştığını ortaya koyarken aynı zamanda Türk işi bir mucizeye de işaret ediyor:
Kendi kendine giden otobüsler,
Kendi kendine iyileşen hastalar,
Kendi kendine yükselen sapasağlam inşaatlar!…
Türkiye sen nelere kadirsin…
 

1 Ekim 2012 Pazartesi

İşçi tulumuyla gülümsüyor Alex


Fenerbahçe'de "profesyonelce" kapının gösterildiği Alex'in durumu, krizde kapının önüne konulan emekçilerin hikayesine o kadar çok benziyor ki!...

Birisini işten çıkarmak isteyen işverenin ilk başvurduğu yöntem, çalışanını kötülemek oluyor. Üretimsiz, verimsiz, çalışmıyor, performansı düşük, yaşlı ve benzeri suçlamalarla da buna gerekçe oluşturuluyor. Kime göre ve her nasılsa!

Bir futbol emekçisi olan Alex'in bir süredir yaşadıkları da bundan farklı değildi. Alex, Fenerbahçe'ye geldiğinden bu yana o kadar faydalı oldu ki, bırakın takımına, Türkiye'ye gelmiş en başarılı yabancı futbolcu olarak gösterilir oldu. 

Tribünlerin sevgisini kazanan Alex, daha düne kadar hep el üstündeydi. Ne zaman işler kötü gitmeye başladı, hemen bir kurban arayışına girildi. Hedef tahtasına konulan da Alex oldu.

Yaşlanmıştı, 35 yaşında futbol mu oynanırdı. Hem hiç koşmuyordu, verimsizdi!... Yani işten atılacak bir işçinin durumundaydı, gözden çıkarılmıştı ve çanlar Alex için çalıyordu. Bütün bunlar olurken mutsuz olduğunu, rahatsızlık duyduğunu belli ettiği için de yine Alex'e kızılıyordu.

Ve beklenen oldu, herkes rolünü oynadı ve patron işçisine kapıyı gösterdi.   
   
Bu rol paylaşımında "kötü adam" durumunda kalan Aykut Kocaman için ise ayrı parantez açmak gerekiyor. Aykut Kocaman, yıllarca emek verdiği, alınteri döktüğü kulübünden şampiyonluk sevinci kursağında bırakılarak, bir gece vakti koparılmıştı. Evet Aykut iyi bir futbolcuydu ama yıllarca verdiği emeğe karşı yapılan saygısızlığa duyulan tepki onu KOCAMAN yapmıştı. Yıllar sonra roller değiştiğinde ise ne yazık ki Aykut Kocaman, kendisinden esirgeneni bir başka futbol emekçisinden esirgedi. Oysa yaşadıkları ne kadar da çok benziyordu, keşke böyle olmasaydı, böyle yapmasaydı.

İyi de krizleri emekçiler mi çıkarıyor da faturayı onlar ödüyor. Karının düşmesindense işçisine kapıyı gösteren, işler kötü gittiğinde faturayı emekçiye kesen patronların, yöneticilerin hiç mi suçu yok?

Alex örneğine dönersek; "takımı bal yapmayan arıya çevirenin", "kötü transferlere imza atanın", "yaşlı, koşmuyor denilen oyuncuya yıllardır alternatif bulamayanın"  sorumluluğu yok mu?

Alex'e, "parayı seviyor" diyenler de oldu. Alex, yıllarca verdiği emeğin karşılığını aldı ve ortaya koyduğu emek, tüm emekçilerinki gibi çok değerliydi. O kadar değerliydi ki yıllardır milyon avrolar harcanmasına rağmen yerine bir başkası bulunamadı.
Evet o bir futbol emekçisiydi ve başına milyonlarca emekçinin başına gelen geldi.
Yıllar sonra herkes Alex'i farklı bir anla/anıyla hatırlayacak.

Bu satırların yazarı ise yaşadıklarından sonra onu Fenerbahçe'nin klasik çubuklu formasından ziyade işçi tulumunu çağrıştıran mavi formasıyla ve mahcup gülümsemesiyle hatırlayacak.

İşçisin sen Alex, işçi kal!...

Fotoğraf:www.fenerbahcewallpaper.com