30 Mart 2012 Cuma

Öğretmenim ayakkabınızın teki Kızılay'da!...


Öğretmenlerin ağırlıkta olduğu KESK üyelerinin Ankara'da yapmak istedikleri "kitlesel basın açıklaması" nedeniyle çıkan olaylarda akıllarda şiddet görüntüleri kaldı. Tabi bir de öğretmenlerin polis müdahalesi nedeniyle Kızılay'da bırakmak zorunda kaldıkları var. İşte müdahalenin ardından öğretmenlerden Kızılay'da kalanlar...


Üstteki fotoğraf Ankara'da yaşanan müdahalenin yarattığı karmaşayı farklı bir biçimde gözler önüne seriyor. Aslında mitinglerden, gösterilerden sonra göstericilerin bayrak, plastik şişe ve benzeri şeyleri geride bırakmaları alışıldık bir durum. Alışık olunmayansa bir şemsiye ve ayakkabının da bu fotoğrafa girmesi.


Müdahale sırasında kaçmak durumunda kalan bir erkek öğretmen ayakkabısının tekini alanda bırakmak zorunda kalmış. Ayakkabının üzerindeki, ıslaklığın kurumasından kaynaklanan beyaz lekeler ise ilk kez ıslanmadığını gösteriyor. Muhtemelen ayakkabıların sahibi öğretmen bir gün önce yaşanan benzer müdahaleden de nasibini almış.


Evet Ankara'ya sesini duyurmaya gelen öğretmenlerden biri Kızılay'ın orta yerinde ayakkabısını bırakmak zorunda kaldı. Geri dönse bulur muydu? Çok zor. Çünkü temizlik ekipleri daha müdahale bile bitmeden öğretmenlerden geriye bir şey kalmasın diye işe koyulmuştu bile!...


Bu arada, yeni ayakkabılarıyla evine, okuluna dönmek zorunda kalan öğretmen, eşinin, çocuklarının, öğrencilerinin, meslektaşlarının "yeni ayakkabıyla" ilgili olası sorularına ne yanıt verdi acaba!...
...


Ve bir başka fotoğraf, öğretmenlerin taleplerini içeren dövizlerden biri yerde, hemen yanında ise öğretmenlerin sıkılan gazdan kendilerini korumak için kullandıkları bir limon var. Ne dense eksik kalır diye belki de susmak en iyisi!...

29 Mart 2012 Perşembe

Polisin suyu biterse!...


Türkiye 2 gündür Eğitim Sen ve KESK'e bağlı sendikaların eğitimin 4+4+4 şeklinde kesintili bir biçimde 12 yıla çıkarılmasına ve memur sendikacılığının yeniden biçimlendirilmesine yönelik yasa tasarılarına karşı yapmaya çalıştığı eylemi ve polisin eyleme müdahalesini konuşuyor. Ankara'daki müdahaleden ise geriye bu ilginç fotoğraf kaldı...


Malum toplumsal olaylarda polisin göstericileri dağıtmadaki en büyük silahı basınçlı su sıkmak ve göz yaşartıcı gaz kullanmak. Bu silahların aşırı kullanımı da beraberinde  "orantısız güç" tartışmalarını getiriyor.


KESK'in Ankara'daki protestosunda da polis katılımcıları dağıtmak için basınçlı su ve gözyaşartıcı gazı bolca kullandı. Hatta öğretmenlerden biri tüm o karmaşada topladığı 3 tane gaz kapsülüyle gazetecilere derdini anlatmaya çalışıyordu.


Gelelim basınçlı su konusuna... Polisin kullandığı toplumsal olaylara müdahale aracı (TOMA) tonlarca su kapasitesine sahip ama en nihayetinde bu sınırlı kaynak tükenebilir. Ankara'daki müdahalede tam da böyle bir olay yaşandı. TOMA'nın suyu bitince polis adeta "imdat" dedi ve yardımına orada bekletilen itfaiye koştu. Yangın hortumu TOMA'ya takılarak hemen su takviyesi yapıldı ve TOMA itfaiyenin suyuyla görevine devam etti.


Peki bu ikmalin ardından Kızılay Meydanı'nda bir yangın çıksaydı ya da hemen hepsinde yanıcı ve yakıcı maddelerin bulunduğu iş merkezlerinin herhangi birinde benzeri bir olumsuzluk yaşansaydı o itfaiye aracı ne yapacaktı merak konusu...


Ne diyelim, belki de Allah korudu!...

25 Mart 2012 Pazar

Başkentten çalışan kadın fotoğrafı



Türkiye'de kadınların istihdamı hala oldukça düşük oranlarda seyrediyor. Türkiye'de de hissedilen küresel ekonomik krizle birlikte kadınların iş gücüne katılım oranında kıpırdanmalar oldu, ancak yapılan araştırmalar kadınların istihdamındaki artışın güvencesiz, eğreti yada "insana yakışır iş" tarifinin uzağında kaldığını ortaya koyuyor. İşte kadınların istihdamına yönelik bu tespitin Ankara'ya yansıyan fotoğrafı...

Yer başkent Ankara. Kızılay'a birkaç yüz metre uzaklıktaki Maltepe semtinin en işlek yollarından  Gazi Mustafa Kemal Bulvarı. Günün ilk saatlerinde bir grup kadın inşaatın önünde, kaldırımı bile olmayan yol kenarında, toprağın üzerinde, yanlarında getirdikleri kahvaltılıklarla kurdukları yer sofrasında karınlarını doyurmaya çalışıyor.

Bu kadınların sabahın o saatinde orada ne işleri olduğu sorusunun yanıtı, üzerlerindeki "Büyükşehir" yazılı gömlekler, baş uçlarındaki çapalar ve ara sıra başlarına gelen (belli ki işi organize eden kişi) bir erkekte gizli.


Kadınlar üzerlerindeki bu gömleklerle yol kenarındaki toprakları çapalar ve elleriyle kazıyarak çiçek dikiyorlar. Adeta birer karınca gibi çalışıp, toprağı işleyerek belediyenin çevre koruma  faaliyetlerinde görev alıyorlar. Bir başka anlatımla Ankara'yı güzelleştiriyorlar.


Bugünlerde onlara Ankara'nın bir çok cadde ve bulvarında rastlamak mümkün. Muhtemelen kadınların istihdamından sorumlu bakanlar, bürokratlar ve diğer ilgililer Ankara'nın sokaklarında dolaşırlarken onları görüyorlar. Peki acaba şu soruları da kendilerine soruyorlar mı:


-Bu kadınların yoğun trafik akışı olan yerlerdeki çalışma koşulları ne kadar güvenli, bu yönde alınan bir önlem var mı?
-Bu türlü çalışma ve sosyal yaşam şartları iş sağlığı ve güvenliği kurallarına uyuyor mu?
-Bu kadınlardan birine yol kenarında otomobil çarpsa yada başlarına birşey gelse herhangi bir güvenceleri var mı?
-Bu kadınların işvereni kim?
-Bu çalışmalarının karşılığı nasıl ücretlendiriliyor, ne kadar ücret alıyorlar?


İşte kadınların çalışma hayatında yaşadıkları eşitsizliklerin ortadan kaldırılması için gerekli önlemlerin alınaması beklenen başkent Ankara'dan bir kadın istihdamı fotoğrafı ve ardında bıraktığı sorular...

18 Mart 2012 Pazar

Nereye baksak o!


Onları kimse yakınında görmek istemiyor. Hal böyle olunca da onları insanlardan saklamak için akla hayale gelmedik yollar deneniyor. İşte herkesi korkutan o şey...


Cep telefonları günümüzün olmazsa olmaz elektronik aletleri. En çok kullanılan elektronik alet olabilmek için televizyon kumandasıyla kıyasıya bir rekabet halinde.


Cep telefonu her an yanımızda olması yetmiyormuş gibi, bu teknolojinin başka araçlarını da hayatımıza sokuşturuyor. Bunların başında da baz istasyonları geliyor.


Baz istasyonları garip şekilleriyle cep telefonlarının albenisinden çok uzak. Hele hele herkesi ürküten o hastalıkla anılıyor olması ciddi ciddi insanları korkutuyor.


Birbirleriyle kavgalı olan komşular bile mahallelerine baz istasyonu konulacak olsa küslüğü unutup buna engel olmak için birlikte canla başla çabalıyor. Hal böyle olunca hemen her gün baz istasyonlarına karşı bir mahalleden yada semtten itirazlar yükseliyor.


Tabi bu durum şirketleri de yeni arayışlara itiyor. Tepkilerin hedefi olmamak için baz istasyonları türlü şekillerde saklanmaya çalışılıyor.


Dumanı tütmeyen bacalar, yetişmesi mümkün olmayan yerdeki palmiye ağacı yada türevleri , bir anda bitivermiş saat kuleleri, kaldırımları yapmayan belediyelerin sokak aralarına diktikleri üzerinde belediye ismi bulunan direkler ya da aydınlatma lambaları, yine meydanlara süs diye konulan figürler... Aklınıza kurt düşürmek gibi olmasın ama baz istasyonu olabilir.


Yine komşunuzun birden bire taktırdığı klima yada güneş enerjisi paneli de şüpheliler arasında. Öyle ki sizin mobese kamerası diye bildiğiniz şey bile baz istasyonu çıkabilir.


Baz istasyonları için çok katlı binalar tercih sebebi olsa da siz gecekondulara da dikkat edin, çünkü baz istasyonu takılmış gecekondu bile var.


Etrafınızda bas istasyon istemiyorsanız biraz hafiyelik eğitimi almanız şart!

16 Mart 2012 Cuma

Bu ateş sizi de yakar



Malum Türkiye ölümcül iş kazalarında Avrupa birincisi, Dünya üçüncüsü. İşverenlerin kar hırsı, iş sağlığı güvenliği önlemleri masraf olarak görmeleri ve işçiler yerine sermayeyi korumayı önceleyen kanun koyucu yaklaşımı nedeniyle bu tablodaki en ağır fatura işçilere çıkıyor. Ancak iş yerlerindeki tehlikeler, sorumluluk sahiplerine sanıldığı kadar da uzak değil...


İş kazalarının ardından geriye ölen işçi sayıları ve birbirine çok benzeyen hayat hikayeleri kalıyor. Bu tür olaylarda çok sınırlı da olsa zaman zaman şirket müdürü, işletmeci, sorumlu müdür gibi sıfatları da duyuyoruz. Bu da daha çok işçi ölümleri nedeniyle gözaltına alınmalarından kaynaklanıyor.


Bunun yanında söz konusu kişiler de işçilere kıyasla çok sınırlı olmakla birlikte iş kazalarına maruz kalıyorlar. Yani iş kazaları, yeri geldiğinde hiçte insanın yakasının rengine, makam ve mevkisine bakmıyor.


Sosyal Güvelik Kurumu'nun 2010 yılı verileri de bu gerçekleri somut bir biçimde ortaya koyuyor. Buna göre, o yıl kanun yapıcı, üst düzey yönetici ve müdür olmak üzere 760 kişi iş kazası geçirmiş.
Bu kişilerin 185'i kanun yapıcı ve üst düzey yönetici, 500'ü şirket müdürü, 75'i işletmeci ve sorumlu müdür.


Hal böyle olunca insan şunu demeden edemiyor: Gerekli tedbirleri alın da ne size ne de sizin almak zorunda olduğunuz önlemlerle güvenlik içerisinde çalışmaları gereken işçilere birşey olsun!


Karikatür: İşveren Dergisi Cilt 44 Sayı 6

12 Mart 2012 Pazartesi

Ölmeye, ölmeye, ölmeye geldik!



İnşaatlar heybetli ve tekin olmayan görüntüleriyle önünden geçenleri hep korkutmuştur. Hatta inşaatın etrafındaki (varsa) uyarı işaretleri de içerideki tehlikenin habercisi gibidir. Tabi bir de bu tehlikenin rakamlara yansıyan ürkücülüğü var!...


İnşaatlar Türkiye'de işçilerin en çok yaşamlarını yitirdiği iş kolu. Başka bir tarifle evinden ekmek parası için çıkıp geri dönemeyen işçi sayısının en fazla olduğu sektör.


Son olarak İstanbul Esenyurt’ta bir alışveriş merkezi inşaatının şantiyesinde işçilerin yatakhane olarak kullandığı çadırlarda çıkan yangında 11 işçi hayatını kaybetti.


Sosyal Güvenlik Kurumunun verileri bu iş kolundaki tehlikenin büyüklüğünü bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Kurumun 2010 yılı verilerine göre, inşaatlarda 6 bin 437 iş kazası yaşandı, 31 işçi meslek hastalıklarıyla yaşamlarına devam etmek durumunda kaldı.


İnşaatlarda yaşanan iş kazalarında 475 işçi yaşamını yitirdi. Biraz daha şanslı olan 319 işçi ise hayatlarına sürekli iş göremeyecek şekilde sakat kalarak devam ediyor.


Yaşanan son olaydaki çadır rezaletinde de görüldüğü gibi iş yerlerinde yaşanan bu ölümlere "iş kazası" demek artık "ayıp" oluyor.


İş yerlerindeki bu olaylarda pekala "kriminal" bulgulara ulaşıp "cinayet" sonucuna ulaşmakta bir olasılık!


Tabi o zaman da can alıcı soruyu sormak gerek: Peki katil kim?

11 Mart 2012 Pazar

Sen neymişsin be abi?



Patron-işçi ilişkisi, insan hayatında hemen herkesin bir tarafında yer aldığı ilişki biçimlerinden. Kimine göre işçi olmasa işveren, kimine göre ise işveren olmadan işçi olmaz. Peki ama işçiler, işvenler için ne düşünüyor, onları nasıl tarif ediyor?


Erkan Aydoğanoğlu'nun Fabrikada Emek Denetimi isimli araştırma-inceleme kitabı, çalışma hayatında giderek artan "emeğin denetimi" konusunda önemli ve dikkat çeken bilgiler içeriyor.


Kitapta, Kocaeli metal işçileri üzerinde yapılan bir alan araştırmasıyla da bu konudaki somut uygulamalar ve bunların işçiler tarafından algılanma biçimlerine ilişkin veriler ortaya konuluyor.


Araştırmanın en dikkat çeken sonuçlarından biri ise işçilerin işverenleri nasıl algıladıklarına ilişkin. İşverenleriyle ortak çıkarlara sahip olmadıklarını belirten işçilere "neden" sorusu yöneltildiğinde ortaya şu yanıtlar çıkmış:


-Sadece onlar kazanıyor.
-Biz amele takımıyız.
-Bizim ekmeğimiz küçülürken, onların göbekleri büyüyor.
-Onlar zengin biz fakiriz.
-Hep bana hep bana diyorlar.
-Onlar kendini düşünür bizi düşünmez.
-Hakkımı vermiyor ki ortak çıkar olsun.
-Onlar paraya önem verir.
-Bizi köle gibi görüyorlar.
-Parayı onlar götürüyor biz bakıyoruz.
-Farklı dünyaların insanlarıyız.
-Kazancımda gözü olan işverenden bir şey beklemem.
-Kariyer için işçiyi harcarlar.
-Adamlar paragöz.
-Arabalarının benzinini bile bizim sayemizde alıyorlar.
-Onların gözünde posayız.
-İşçileri birer basamak olarak görüyorlar.
-Onlar sömürür biz sömürülürüz.
-Hepsinin Allah belasını versin.

2 Mart 2012 Cuma

Yargıtay'dan çalışana Cuma Namazı vizesi



İş yerinde ya da mesai saatlerinde ibadetle ilgili olarak çalışanla işveren arasında yaşanan ya da yaşanabilecek anlaşmazlıklarda sonuç ne olabilir? İşte Yargıtay'dan Cuma Namazı'ya ilgili bir karar.


Bir iş yerinde cuma günleri mesai saatlerinde kısa süreli giriş-çıkış yapan satınalma müdürü, işverenden ihtar aldı. Satın alma müdürü, bu durumun devam etmesi nedeniyle iş akdinin feshedilmesi üzerine alacakları için dava açtı.


İşveren savunmasında, söz konusu kişinin, mesai saatleri içinde herhangi bir işi olmamasına rağmen izinsiz ve mazeretsiz olarak işerinden ayrıldığını, kendisinden savunma istendiğini, benzer durumların devam ettiğini, son olayda da bir daha iş yerine dönmediği gerekçesiyle iş akdinin feshedildiğini bildirdi.


Yerel mahkeme, işverenin, cuma günleri mesaiye riayet edilmesini ihtar ettiğine dikkati çekerek, çalışanın buna rağmen mesai saatinde ibadetini bahane ederek izinsiz işini terk etmesinin usul ve yasaya aykırı olduğunu belirtti. Mahkeme, çalışanın iş akdinin devamsızlık nedeniyle feshedilmesini haklı buldu.


Çalışanın yerel mahkeme kararını temyiz etmesi üzerine dava Yargıtay'a geldi.
Yargıtay'ın kararında, davacının satınalma müdürü olduğu ve iş yerine kısa süreli giriş-çıkış yapabildiğini belirtildi.


Akdin feshine kadar uygulamanın devam ettiğine dikkat çekilen kararda, şu ifadelere yer verildi:
"Öte yandan Cuma Namazı saatleriyle ilgili iş yerinde namaz saatlerinde davacı işçiye izin verildiği ve bunun 5 yılı aşkın bir süre devam ettiği, bir sorun yaşanmadığı, hatta öğlen arasının yaz-kış saat uygulamasına göre düzenlenerek buna imkan tanındığı dosya kapsamındaki taraf tanıklarının anlatımlarından anlaşılmaktadır. Davacı tarafından bu tür çalışma şekli iş şartı haline gelmiştir. İşverenin bu çalışma şeklini değiştirmesi İş Kanunu'nun 22. maddesine aykırıdır. İşçi iş sözleşmesinin iş şartlarındaki aleyhe değişikliği kabul etmeyerek iş yerini terk etmek suretiyle eylemli olarak iş akdini feshetmiştir."


Yargıtay, belirtilen gerekçelerle işçiye kıdem tazminatının ödenmesine hükmetti.