30 Nisan 2012 Pazartesi

1 Mayıs Guinness Rekorlar Kitabı'na girecek


Bu yıl ki 1 Mayıs'ta alışılmışın dışında bir telaş ve organizisyonla kutlanacak. Başka şehirlerde ve meydanlarda 1 Mayıs coşkusunu paylaşan milyonlar, aynı anda aynı sloganları atarak bu alanda bir rekoru kırmaya çalışacak.

Organizasyona göre, 1 Mayıs 2012 günü saat 14.00'da başta İstanbul, Ankara, İzmir, Diyarbakır olmak üzere Türkiye’nin yaklaşık 100’e yakın il ve ilçesinde kutlanacak olan 1 Mayıs gösterilerinde "Dünyanın en büyük işçi-emekçi korosu"nu oluşturulacak.

Meydanlarda toplananlar “baskılara–sömürüye–savaş kışkırtıcılığına” karşı aynı anda 1 dakika süreyle “Faşizme karşı omuz omuza” sloganını atacak.

Türkiye çapında 2 milyonu aşkın emekçinin alanlarda, türkülerle, bayraklarla. Pankartlarla bu ana tanıklık etmesi planıyor.

DİSK öncülüğünde planlan organizasyon için, işçiler, emekçiler, gençler, kadınlar, emekliler, tüm ezilenler, mağdurlar 1 Mayıs günü başta İstanbul Taksim olmak üzere çeşitli illerdeki kutlama alanlarından “Dünyanın en büyük işçi-emekçi korosuna” katılma çağrısı yapılıyor.




26 Nisan 2012 Perşembe

Çalışanın kefen parasına göz dikmek


İşverenler, kıdem tazminatın kaldırılması hayalinin gerçekleşmesine hiç bu kadar yakın olmamıştı. Hemen her gün bir yada birkaç bakan çıkıp, kıdem tazminatının ortadan kaldırılması anlamına gelecek formüllerin ip uçlarını veriyor. Peki ama nedir bu kıdem tazminatı, çalışan için değeri ne?...

Çalışanlar için kıdem tazminatının birikmiş bir paranın ötesinde anlamları var. Çünkü çalışılan her yıl için bir aylık ücret tutarındaki bu paraya çalışanlar "kefen parası" yada çocukları için "düğün" veya "okul parası" gözüyle bakıyor. Yani zor gününde dara düştüğünde yada hayattaki en kıymetli varlığı için bir karar vermesi gerektiğinde başvuracağı bir imkan olarak görüyor kıdem tazminatını.

Bunun yanında, kredi kartı borcu nedeniyle evine haciz gelen intihar aşamasına sürüklenen işçinin imdadına da kıdem tazminatı yetişiyor.
 

Örneğin 12 yıl çalışmış bir işçi bir anda kapının önüne konulduğunda hiç değilse alacağı kıdem tazminatıyla yeni bir iş bulana kadar geçimini sağlayabiliyor, hayata devam edebiliyor.

Kıdem tazminatı aynı zamanda bir iş güvencesi de sağlıyor. İşvenler her zaman işçisine toplu para vermeyi karlı görmediğinden kendince yüksek kıdem tazminatını ödemek yerine işçiyi çalıştırmaya devam etmeyi tercih ediyor. Öyle ki işverenler, işçiler böyle bir güvenceye kavuşmasınlar diye çalışanların iş yerindeki kıdem süresini 3-5 yılla sınırlı tutup. Kıdem tazminatı alamasınlar diye kapının önüne koymayı tercih ediyor.

Bakanlar diyorlar ki işçilerin büyük bölümü kıdem tazminatı alamıyor. Evet Türkiye'de çalışanlara karşı türlü oyunlar oynandığı ve kanunlar işçiyi korumadığı için işçilerin kıdem tazminatı adeta gasp ediliyor. İyi de adama sormazlar mı, "Sayın Bakan iktidarınız 9,5-10 yıldır sürüyor. Ödenmeyen kıdem tazminatlarıyla ilgili ne yaptınız? Kaç tane işçinin ödenmeyen kıdem tazminatının ödenmesini sağladığınız? İşçiler zaten yıllardır kıdem
tazminatını alamamaktan yakınıyor, siz de bundan şikayet ederseniz bakan yada hükümet olmanın farkı ne" demezler mi?


Son günlerde "Kıdem tazminatı fonu gelecek, dertler bitecek" tekerlemesi dillerde sakız oldu. Zorunlu Tasarruf Kesintileri, Konut Edindirme Yardımları ne oldu ki Kıdem Tazminatı Fonu için çalışanlar güven duysun. İşsizlik Sigortası Fonu nasıl kullanılır, işsizden çok işveren teşvik olarak sunuluyor biriken para.

Bakanlar kıdem tazminatı fonu için harcadıkları enerjinin 10'da birini işçilerin ödenmeyen kıdem tazminatlarının ödenmesini sağlamaya harcasa, 2 günde Meclis'ten bu yönde düzenleme geçirse bakalım böyle bir sorun oluyor mu?

Her şeyi yapmaya muktedir bir iktidardan çalışanlar için böylesine küçük bir şey beklemek çok olmasa gerek.    

Son sözün bitti yerdeyiz: Bari işçinin kefen parasına göz dikmeyin! Ayıptır... 

21 Nisan 2012 Cumartesi

Orada bir bayram var...


1 Mayıs yakın tarihe kadar Türkiye'nin en gerilimli konularından biriydi. Taksim Meydanı'nın kutlamalara açılması ve 1 Mayıs'ın "Emek ve Dayanışma Günü" olarak tatil edilmesiyle bu gerilim son yıllarda büyük ölçüde düştü.

Bundan böyle 1 Mayıs "bayram havasında" kutlanacak! Hayatından son derece memnun olan işçiler ve memurlar, hatta emekli ve öğrenciler mutlulukla meydanları doldurup bugünün tadını çıkaracak! Geçmişte kaybedilen 1 Mayıslar da bu şekilde bir nebze olsun telafi edilecek!...

Tüm bunlar birgün olur mu bilinmez ama bugünün gerçeğine pek de yakın olmadığı ortada. 15 milyon civarında kayıtlı çalışanın göründüğü Türkiye'de, temel insan haklarını bile ayaklar altına alan taşeron sistemi, düşük ücret dayatması, angaryaya varan fazla çalışma uygulaması, haftalık ortalama 50 saat civarındaki çalışma süresi, iş kazalarından ölümler, örgütlenmenin işten atılmaya eşdeğer olması, eğitimli işsizler ordusu bir ülke gerçeği durumunda. Türkiye'de iktidarlar, dönemler değişse de ne yazık ki fotoğrafın bu yüzünde değişen birşey yok.
  
Bu durum, Türkiye'deki 1 Mayıs fotoğraflarına da yansıyor. Görece şanslı olan, daimi kadrolu, sendikalı işçi, yani "mutlu azınlık" 1 Mayıs'ı kutlarken, aynı meydandaki taşeron temizlik işçisi kulağını dolduran 1 Mayıs marşıyla ancak bunları hayal edebiliyor. Temizlik işçisi muhtemelen alacakaranlıkta başlayan mesaisi tamamlamayı ya da henüz ayın ilk günü olmasına rağmen şimdiden ay sonunu nasıl getireceğini kara kara düşünüyor.    

Çalışma koşulları, geçim şartları o kadar ağır ki işçiye, kendi bayramına, 1 Mayıs'a arkasını dönderiyor.

Kim bilir belki birgün tüm çalışanlar "insan onuruna yakışır çalışma koşullarına kavuşur" da 1 Mayıs'ta bayram kutlayabilir...

10 Nisan 2012 Salı

Bu neyin vergisi?


Vergi uygulamaları ülkedeki en çarpık konulardan biri. Özellikle gelir vergisinin uygulanma biçimi en çok ücretlilerin ve sabit gelirlilerin canını yakıyor. Şimdi vergideki garipliklere bir yenisi eklendi...

Maliye Bakanlığı vergi gelirlerini artırmak amacıyla yeni bir uygulama başlattı. Buna göre, evsahipleri, kira geliri olan evleri için internet üzerinden beyanname doldurarak bildirimde bulunabiliyor. Sizden istenen bilgileri girdiğinizde ödemeniz gereken vergi otomatik olarak hesaplanıyor.

Buraya kadar her şey normal. Tuhaflık ise damga vergisinde gizli. Sizden belirlenen gelir vergisinin dışında bir de damga vergisi ödemeniz isteniyor. Damga vergisinin tanımına bakıldığında bir takım "kağıtlardan" bahsedilirken internetten yapılan "sanal bildirim" için de damga vergisi talep ediliyor.  

Yıllık 2 bin 800 liranın altında kira geliri olanlar ile kirada evi olup da kendisi daha yüksek bir bedelle kirada oturanlar için ise durum daha da enteresan. Çünkü bu durumdaki kişilere sistem gelir vergisi ödemesi çıkarmıyor, ancak onların da mutlaka damga vergisi ödemesi gerekiyor.

Yani bu sistemle işlem yaptığınızda bir geliriniz olsun olmasın mutlaka bir vergi ödemek durumundasınız.

Türkiye'deki vergi politikası, "kümesteki kazları yolma" şekliyle tarif edilir. Bu uygulama da  tarifin haklılık payını bir kat daha artırıyor. Yani kümese bir kere girerseniz mutlaka yolunursunuz!

7 Nisan 2012 Cumartesi

Polislerin sağlığı tehlikede!...


Türkiye, yıllardır beklediği İş Sağlığı ve Güvenliği Yasasına kavuşmak üzere. Yeni tasarı TBMM'ye sunuldu. Bu düzenlemeyle, kanunun hükümleri tüm işyerlerinde ayrımsız uygulanacak. Düzenlemenin en çok etkilemesi muhtemel mesleklerden biri de polislik... 

Toplumsal olaylarda polislerin abartılı gaz kullanımı ne kadar eleştirilse de artık sıradan bir olay oldu. Hatta, yoğun gaz kullanımı nedeniyle sağlık sorunları nüks edip yaşamını yitirenlerin varlığı bile gaz kullanımını durduramadı. Bu gazların tehlikelerini anlatanların söyledikleri ise kulak ardı ediliyor.

Buraya kadar olanlar neredeyse artık kanıksandı ve bir Türkiye gerçeği halini aldı. O halde bir de resmin diğer yüzüne bakalım. Polislerin toplumsal olaylarda kullandıkları gazlar, bir takım "hesaplama hataları", "atanın beceriksizliği ya da sakarlığı", "ters rüzgar gibi doğa faktörler" nedeniyle bir anda polislere dönen bir silah halini de alabiliyor. Çevik kuvvet bu tür durumlara tam donanımla hazır olduğu için etkilenmezken sivil polisler, karakol ve asayiş ekipleri bir anda kendilerini göstericilerin karşı karşıya kaldığı tehlikenin içinde bulabiliyor. Göstericiler gazın etkisini azaltmak için limon kullanırken, emniyet  limon dağıtmadığından polislerin böyle bir şansı da olmuyor. Gazı solumanın etkisiyle polisler kendilerini bir köşeye atıp canlarının derdine düşüyor. Yani kullanılan bu gazlar polislerin iş sağlığı ve güvenliğini ciddi biçimde tehdit ediyor.

İşte söz konusu tasarıyla, "iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması, mesleki risklerin önlenmesi, sağlık ve güvenlik şartlarının sürekli iyileştirilmesi için alınacak koruyucu ve önleyici tedbirler düzenleniyor". Bu haliyle tam da gazdan etkilenen polislerin derdine derman olacak bir düzenleme gibi görünüyor.

Ancak kanunda düzenlemelerin uygulanması konusunda bir de istisna var. Orada da şöyle deniliyor "genel kolluk kuvvetlerinin eğitim, operasyon, tatbikat ve benzeri kendine özgü faaliyetlerinde uygulanmaz."

Bu haliyle polisler açısından aslında değişen bir şey yok. Yani, yasadaki koruyucu hükümlerin kendine özgü nedenlerden dolayı polisler için uygulanmaması söz konusu. 

Hal böyle olunca polisler, yoğun gazlı ortamda, mesleğe özgü koşullar karşısında gerektiğinde ayakta kalmak, yaşam mücadelesi vermek için kendilerince yöntem geliştirmek durumunda. Sabah evden limonla çıkmak da buna dahil. 

Birileri çıkıp "benim polisime birşey olmaz" da diyebilir ancak bunun bilimsel bir karşılığı olmadığı unutulmamalı. Şu da unutulmamalı gaz sıkılan göstericiler değişse de polislerin çok da değişme şansı yok. Böyle olunca polislerin gaza maruz kalma olasılığı daha da fazla.  

Tüm bunlar dikkate alındığında belki de en doğrusu, daha fazla sivil kayıp vermeden, bunlara üniformalı birini de eklemeden, hekimlerin de uyarılarını dikkate alarak bu gazların kullanımından vazgeçmek.

Yani, o gazlar kullanılmasın, bir milletin gözleri yaşarmasın!...

2 Nisan 2012 Pazartesi

Biz neden öldük?


Ankara'da sobadan çıkan karbonmonoksit 2'si çocuk 5 kişiyi yaşamdan kopardı. Bir aile yok oldu. Bu haliyle bile son derece dramatik olan bir olayın ardında bakın başka ne gerçekler yatıyor...


Ahmet Aydın, 29 yaşındaydı. Ankara'nın Keçiören ilçesinde 26 yaşındaki eşi Betül, 1 yaşındaki kızı Gül ve 5 yaşındaki Ece Sıla ile hayata tutunmaya çalışıyordu.


Eşi çalışmayan Ahmet Aydın, tek maaşla 4 kişilik ailesinin geçimini sağlıyordu. Evleri bir apartmanın bodrumundaydı. Keçiören gibi Ankara'nın en önemli ilçelerinden birinde, doğalgaz gibi konforlu bir yakıt kullanarak çocuklarını ısıtma imkanına sahipti. Ancak o diğer dairelerin aksine doğalgaz kullanmak yerine daha ucuz olduğu evini kömür sobasıyla ısıtma çalışıyordu.


Oysa Ahmet Aydın, Yüksek Seçim Kurulu gibi Türkiye'nin en prestijli kurumlarından birinde çalışıyordu. Kurumdaki statüsü ise Türkiye'nin büyük ölçüde Tekel işçileriyle haberdar olduğu 4/C'li geçici işçilikti. Çalışmaya devam edebilmesi için her yıl sonunda kadrosunun onaylanması gerekiyordu yani iş güvencesi yoktu. Bir sonraki yıl çalışıp çalışmayacağını bilmiyordu.


Ahmet Aydın, 1 aylık çalışması karşılığında 1000-1100 lira civarında gelire sahipti. Aynı kurumda çalışan bir servis arkadaşının anlatımlarına göre, Ahmet Aydın, evinin geçimini sağlayabilmek için akşamları atık kağıt toplayıcılığı yapıyordu. Hatta yağmurlu birgünde bu işi yaparken ıslandığı için hastalanmıştı ve raporluydu. Normalde serviste eksik olduğunda gelmeyen kişi aranırken, arkadaşları raporlu olduğunu bildikleri için olayın olduğu sabah rahatsız etmemek için onu aramamıştı. Sonra acı haberi aldıklarında ise kahroldular.


Şimdi bu olaya basit bir soba faciası deyip geçecek miyiz? Böyle yapmak Ahmet Aydın gibi kamuda 4/C statüsünde çalıştırılan daha binlerce, onbinlerce geçici işçiyi ve ailesini aynı tehlikenin kucağına atmak demektir.


Aydın ailesini ölüme götüren basit bir ihmal değil, azraili sobayla birlikte evlerinin orta yerine kadar sokan geçim sıkıntısı ve çaresizliktir.


Ankara'nın ayazında günlerce 4/C'ye karşı çıkan Tekel işçilerinin ne anlatmaya çalıştığı bu kez tokat gibi yüzümüze çarptı.


Peki bunun için 1 yaşındaki Gül'ün, 5 yaşındaki Ece Sıla'nın ölmesi mi gerekirdi?