31 Ocak 2012 Salı

Bunun adı ücretsiz kölelik


Çalışanların emeklerinin karşılığını yaterince alamaması, maaşlarının/ücretlerinin insanca yaşamayı sağlayacak düzeyin gerisinde kalması "ücretli kölelik" olarak nitelenip, eleştiriliyor. 21. yüzyılda "ücretli köleliğin" kulağa hoş gelmediğini düşünüyorsanız bir de şunu dinleyin...  

Çalışma hayatında çeşitli sıkıntılar yaşayan işçiler, geçen yıl da Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının yollarını aşındırdı. Bakanlığın bölge müdürlüklerine 2010 yılında 30 bin 646 işçi başvurusu geldi. Bu başvuruların çeşitliliği de dikkate alındığında toplam şikayet sayısı 107 bin 760'i buldu.

İşçilerin şikayetlerin yüzde 98'ini alacaklarıyla ilgili konular oluşturdu. Yani bütün bir ay ya da çalışma süresi boyunca alması gereken ücret ve ödemeleri alamayan işçiler bakanlığın kapısını çalarak yardım istemek durumunda kaldı.

İşçiler nelerini mi alamadı?

-İhbar Tazminatı:       % 22,3
-Kıdem Tazminatı:       % 20,9
-Aylık Ücret:           % 21,3
-Yıllık İzin Ücreti:    % 13,5
-Fazla Çalışma:         % 11,8
-Hafta Tatili Ücreti:   %  2,7
-Resmi Tatil Ücreti:    %  5,6
-Sigortasızlık:         %  2

Yani hemen hiçbir şeylerini alamadı.
Şimdi bir an durup ay sonunda , aylar boyunca ücretinizi alamadığınızı bir düşünün?... 

29 Ocak 2012 Pazar

Manşette gördüm seni...


Manşetler gazetelerin en gözde yerleri. Birini vezir de ederler rezil de. Kimin manşet olduğu kadar nasıl manşet olduğu da önemlidir. Elbette nereye manşet olduğu da...

Nasıl mı?

Bırakalım da manşetler konuşsun...







28 Ocak 2012 Cumartesi

Hasta etmeyin adamı!...



Malum gündelik hayatta her şey her zaman yolunda gitmiyor. Birçok insan gün içinde kendisini neredeyse çıldırtan bir dizi olayla karşılaşabiliyor. Kimi yorulup, yılıp bunları kabul etmek durumunda kalıyor, kimileri ise bıkmadan usanmadan hakkının yendiği düşüncesiyle çalmadık kapı bırakmıyor. Bu biraz onların, biraz sizin ama aslında hepimizin hikayesi...

Hakkınızı ararken hasta olabilir misiniz? Bu bazılarına ilk bakışta absüd ya da alakasız bir soru gibi gelebilir ama acele karar vermeyin.

Psikolojide "querulent paranoia", Türkçesi "hak arama paranoyası" olarak adlandırılan bir "rahatsızlık" bulunuyor. Bu durum, "hastanın, gasp edildiğini düşündüğü bir hakkını geri alabilmek için, bıkmadan usanmadan her türlü makama çeşitli dilekçeler vermesi, davalar açması, bunlardan sonuç alamayınca dilekçe verdiği ve dava açtığı kuruluşlardaki kişilerin de hakkını gasp ettiklerine inanmakla karakterize paranoya türü" olarak tanımlanıyor.

Bu tanıma baktığınızda ülke nüfusunun büyük bir bölümü için endişelenmemek mümkün değil. Televizyonu açtığınızda, gazete sayfalarını çevirdiğinizde, kafede yan masaya kulak kabarttığınızda, insanların telefon konuşmalarını dinlemek zorunda kaldığınızda binbir türlü şikayetle, haksızlık öyküsüyle karşılaşmanız olası.

Durup dururken sürpriz bir ödemeyle yada kesintiyle karşılaşmayan, almadığı hizmet için para veren yada hayatın her alanına ilişkin akıllara zarar haksızlık hikayelerine muhatap olan o kadar çok insan var ki. Herkes bir çırpıda yaşadığı birçok örnek verebilir. Uğranılan haksızlıktan yakındığınızda ise ilk söylenen şeylerden birisi "bildiğin yere şikayet et, git hakkını nasıl biliyorsan öyle ara"...

Herhangi bir nedenle hakkını arayanlar iyi bilir. Haklı olmak çoğu zaman yetmez. Bunu ispat etmek ve karşılığını almak insan üstü yetenekler gerektirir. Öyle ki bir süper kahraman olmanız bile gerekebilir.          

Eğer hakkınız yendiyse ve her şeye rağmen hakkınızı aramaya kararlıysanız önceden tedbirinizi alın ve aklınıza mukayyet olun. Çünkü en çok ihtiyaç duyacağınız şey bu olacak. 

Bir çift söz de muhataplara: Hasta etmeyin adamı!...

27 Ocak 2012 Cuma

Memur bu hakemi çok konuşacak


Memurların aylardır beklediği "toplu sözleşme" düzenlemesi TBMM'den geçti. Tasarının en merak edilen noktalarından birisini pazarlıkların anlaşmazlıkla sonuçlanması durumunda son sözü söyleyecek olan hakem kurulunun nasıl şekilleneceğiydi. Yasanın onaylanmasıyla bu merak da ortadan kalktı... 

Bundan böyle 2 milyonu aşkın memurun muhtemelen her iki yılda bir "ne karar verecek" diye bekleyeceği Kamu Görevlileri Hakem Kurulu, son sözü söyleyip memurun maaş zammını ilan edecek organ olacak. Yani artık toplu görüşmenin aksine son sözü Bakanlar Kurulu söylemeyecek.

Görev bu kadar önemli olunca kurulun yapısı da çok önem kazanıyor. Peki kurul kimlerden
ve nasıl oluşacak?


Her şeyden önce kurul, sahadaki bir futbol takımına eşit sayıda kişiden yani 11 üyeden oluşacak.Elbette her üye önemli ama eşitlik durumunda oyu 2 sayılacak yani "altın golü" atacak başkanın durumu bambaşka.

Başkan, Yargıtay, Danıştay veya Sayıştay'dan en az daire başkanı düzeyinde olacak ve seçimini Bakanlar Kurulu yapacak.

Kalkınma Bakanlığı, Maliye Bakanlığı, Hazine Müsteşarlığı ve Devlet Personel Başkanı'nın görevlendireceği birer üye yani 4 kişi kamuyu temsil edecek. En fazla üyeye sahip konfederasyondan 2, diğer ikisinden birer olmak üzere 4 kişi de memurlar adına kurulda olacak.

Üniversitelerin kamu yönetimi, iş hukuku, kamu maliyesi, çalışma ekonomisi,
iktisat ve işletme bilim dallarından en az doçent unvanını taşıyan ve Bakanlar
Kurulunca
seçilecek 1 üye ile sendikalarca önerilecek 7 öğretim üyesinden yine Bakanlar Kurulu tarafından seçilecek 1 üye kurulu 11'e tamamlayacak.


Yani kurulun başkanı ve hatta sendikaların önerdiği öğretim üyesini Bakanlar Kurulu belirleyecek. 

Kurulda, tarafsız olması gereken ya da öyle görünen başkan ve öğretim üyelerinin seçimini, zam pazarlığında taraf olan Bakanlar Kurulu'nun yapıyor olması kuruldan çıkacak olası sonuçlar ve verilecek hakem kararları, bize maç sonlarındaki hakem tartışmalarının değişik bir versiyonu ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.

Hal böyle olunca sendika başkanlarının kulüp başkanlarını iyi gözlemleyip bazı taktikler öğrenmesi, sendika ve konfederasyonların birleşerek "Kulüpler Birliği"ne benzer bir organizasyona gitmeleri gerekli gibi görünüyor.

Şimdi bekleyip göreceğiz, acaba bu karşılaşmanın sonucu adil olacak mı?

26 Ocak 2012 Perşembe

Alaca karanlıkta neler oluyor?


O kanunlar 1983'te kabul edildi ve neredeyse 30 yaşında. Kabul edildiklerinden bugüne belki de en çok eleştiri alan kanunlar arasında yer aldılar. Hatta değiştirmek için onlarca taslak ve teklif hazırlandı ama hepsi tozlu raflarda kaldı. Şimdi hazırlanan yeni bir değişiklik akıbetini bekliyor.

2821 sayılı Sendikalar Kanunu ile 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu 5 Mayıs 1983'te kabul edildi. O tarihten bu yana da sürekli eleştirildi. Çünkü neredeyse çalışanların örgütlenme ve haklarını aramalarını güçleştirmek için yapılmıştır. O kadar çok şey yasaktı ki bunlar arasında yapılacakları bulup hayata geçirmek çok zor oldu.

Türkiye'deki şikayetler sınırları aşıp Avrupa'ya ve Uluslararası Çalışma Örgütü'nü ulaşınca değişiklik talepleri daha üst perdeden gelmeye başladı.

Hal böyle olunca değişiklik girişimleri de kaçınılmaz oldu, ancak 12 Eylül'ün mirası bu yasaları değiştirmek hiç de kolay değildi. Öyle ki  6 cumhurbaşkanı, 14 başbakan, 21 bakan bunda başarılı olmadı/olamadı? 

Yasalardaki değişikliklerin nasıl olacağı konusu çıkarlar farklı olunca tam kördüğüme dönüştü. Tarafların her biri düzenlemeyi kendi lehine çevirmek için kulis yapınca da işin içinden kimse çıkamadı. Tıpkı bugün olduğu gibi.

İşte bu yasalarla ilgili 30 yıllık hikayeyi en iyi özetleyen cümleler ise geçtiğimiz günlerde Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik'ten geldi. Çelik, bakanlığın uzun süredir üzerinde çalıştığı yasa taslaklarıyla ilgili son duruma ilişkin bilgiler verdi.

2821-2822 sayılı yasaların yerini alacak Toplu İş İlişkileri Yasası'nın çıkarılmaması yönünde, bir "tehdit" veya "baskı" olmadığını vurgulayan Çelik, taslağın Bakanlar Kurulu'na sevk edildiğini açıkladı.

Sendikal alanı düzenleme konusundaki kararlılığı vurgulayan Çelik, ancak kararlılığa rağmen yasanın çıkmamasını şu sözlerle dile getirdi:
"Ama bu kanunla ilgili farklı bir şey var. Neresinde bir sıkıntı var, onu doğrusu tam teşhis ettik dersek doğru değil. Ne oluyor anlamak mümkün değil. İşçilerle, işverenle görüşüyorsunuz, sorun ne? Yüzde 90 uzlaşma sağlanmış, bir şekilde bunu uzlaşarak gönderelim diyoruz. Onda da uzlaşma sağlanıyor fakat o arada alaca karanlıkta ne oluyor bilemiyorum, sıkıntı yaşamaya başlıyoruz. Nedir sıkıntıya sokan? Demokratik sistemin içindeyiz, herkes demokratik hakkını açık da gizli de kullanabilir. Bir şekilde kullanılıyor ve bu sorunlar sürüyor."

23 Ocak 2012 Pazartesi

Pencereden 51 kadın düştü... Öldü!



Ayşe teyze veya Gülten abla, belki sizin evinize gelenin ismi bambaşka. Onlar hafta sonları ya da ayın belli günleri evimizin değişmez konukları, daha doğrusu işçileri. Evimizi temizleyenler, yemeğimizi yapanlar, elbiselerimizi ütüleyenler. İşte onların sayısı geçen yıl 51 azaldı...

Evlerde üreten, temizlik yapan, çocuk, hasta, yaşlı bakan ev işçileri zor şartlarda, güvencesiz çalıştırılıyor.

Bu kadınların pek çoğu yaptıkları bedensel işlerin ağırlığı nedeniyle ciddi sağlık sorunları yaşıyor ya da ilerleyen yaşlarda bu sorunlarla boğuşmak zorunda kalıyor.

İşin daha vahimi ise bu kadınlardan bazılarının yaşamları yitirmiş olmaları. Yapılan araştırmalara göre, Türkiye’de 2011 yılında temizlik-bakım işi için evlere giden 51 kadın öldü; 400 kadın taciz ve tecavüze uğradı, 3 bini aşkın kadın iş kazasına maruz kaldı.

Kuralsız ve kayıt dışı çalışmanın sonuçlarından biri olan bu durum bir hukuksuzluk ve demokrasi sorunudur. 

Yasal mevzuatta tanımlanmadığı için bu şekilde çalışan kadınların haklarını arayabileceklerini bir organizasyon kurmaları mümkün değil, bugüne kadar hayata geçirilen kimi girişimler ise henüz tanınmış değil.
*Veriler için CHP İstanbul Milletvekili Süleyman Çelebi'nin soru önergesinden yararlanılmıştır.


21 Ocak 2012 Cumartesi

Bir "sır" perdesini aralamak


 “Hepsi Allah’tandır… işvereni zenginlikle sınıyor işte. Onun sınavı o, benim sınavım bu, fakirlik…”

“Valla ben sendikalara hiç bulaşmadım. On sene öncesinde filan vardı ortalıkta… Eskiden başka bir firmada çalışırken bazı sendika isimleri duyduydum o zamanlar. İşte sağı solu rahat bırakmıyorlardı, elemanları sıkıştırıyorlardı, işte ‘gelin sendikamıza üye olun, şöyle olun, böyle olun, patron işçi’ filan diye söylüyorlardı, biz pek sıcak bakmayız böyle şeylere.”

Dindarlık, işçilerin ve patronların üretim sürecine bakışlarını ve karşılıklı konumlanmalarını nasıl etkiliyor? Dinsel sosyalleşme, emek sürecinde tahakküm ilişkilerine ve politik hegemonyaya elverişli bir zemin oluşturuyor mu? Yasin Durak’ın Konya Organize Sanayi Sitesi’ndeki işçi-işveren ilişkileri örneğinde yaptığı araştırma, bu temel sorular etrafında bir tartışma örüyor. Dindar muhafazakârlık ekseninde sağlanan “ütopik uzlaşmayı” ve enformel ilişki ağları sistemini gözler önüne seriyor.
Bunun yanı sıra Durak, kültürel hegemonyanın meşruiyet çerçevesi içinde kalmakla beraber, işçilerin rıza ve tevekkül yerine açık veya gizli direniş mekanizmaları geliştirdiği anlara da dikkat çekiyor. Sınıf mücadelesinin “saklı” bir sahnesine dair ipuçları veriyor bize.
Canlı gözlemlerle Türkiye’de işçi sınıfı kültürünün puslu kalmış bir kesitini sunan, çarpıcı bir çalışma.
*Kitap tanıtım yazısından

18 Ocak 2012 Çarşamba

Siyasette kim ne söz verdi!...


Türk siyasetinde bugüne kadar irili ufaklı bir çok parti faaliyet gösterdi. Bu partiler parti programlarında, seçim beyannamelerdinde kalkın oyunu alabilmek için çok çeşitli vaatlerde bulundu. Bu partilerden çok azı iktidara gelme şansı buldu. İktidara gelenlerin bir bölümüde verdikleri sözleri tutamadan koltuğu devretmek zorunda kaldı. Bazılarının vaatlerini ise duyan bile olmadı.

İşte siyasi partilerden bazılarının ülkedeki "en büyük seçmen grubu"na karşılık gelen çalışanlara yönelik olarak parti programlarında yer verdikleri vaatler:

Milliyetçi Hareket Partisi (1969): İşsizi iş sahibi kılmak devletin ödevidir. 

Milli Nizam Partisi (1970): Mali durumu yeterli olmayanlara veya dar gelirli memur ve işçilere masrafsız borç veren müesseselerin kurulmasına çalışılacak.

Cumhuriyetçi Güven Partisi (1971): Çalışanların çocuklarını bbırakabilecekleri çocuk yuvaları ve kreşler kurulması için önlem alınacak. 

Demokrat Parti (1972):  İşçilerin mesken sahibi olması sağlanacak.

Doğru Yol Partisi (1973): Sosyal güvenlikle, kişinin yarın korkusundan kurtulması sağlanacak.

Sosyal Demokrat Halkçı Parti (1985): İşçi çıkarılmasında yargı denetimi uygulanacak.

Refah Partisi (1986): İş kazalarının önlenmesi, maden ocaklarındaki facialara son verilmesi için acil tedbir alınacak.

Özgürlük ve Dayanışma Partisi (1992): Kadın işçilerin aşağılanması ve hor görülmesi suç sayılacak.      

Cumhuriyet Halk Partisi (1992):  Keyfi işten çıkarmalara caydırıcı sorumluluk getirilecek, iş güvencesi önündeki engeller kaldırılacak.

Türkiye Sosyalist İşçi Partisi (1993): Her işçinin dilediği yerde ve işte çalışması sağlanacak.

Emek Partisi (1996): Taşeron işçilik, işten atma, sendikasız ve sigortasız işçi çalıştırma yasaklanacak.

İşçi Partisi (1998): Hiçkimse siyasi görüşü, inanç, ırk ve cinsiyeti yüzünden işsiz kalmayacak veya işten atılmayacak.

Anavatan Partisi (1999): KİT'ler zaman içerisinde millete devredilecek.

Gönül Birliği Yeşiller Partisi (2000): İşsizlik, "Benim dedem de işsizdi, işsiz öldü. Bana dokunmayın"cevabını kaldıracak şekilde çözülecek.

Adalet ve Kalkınma  Partisi (2001) : Örgütlenme özgürlüğünün önü açılacak, sendikalaşma teşvik edilecek.

Çözüm Partisi (2001): Gelir Vergisi yüzde 10'u geçmeyecek.

Liberal Demokrat Parti (2002): Kıdem ve ihbar tazminatları kaldırılacak.

Demokratik Sol Parti (2003): Hak grevi yasalaşacak, elde edilen hakların çiğnenmesi önlenecek.

Demokratik Halk Partisi (2003): İşsizlik sigortası yaygınlaştırılacak.

Saadet Partisi (2006): Çalışanın hakkı alınteri kurumadan ödenecek.
*Türkiye'de Siyasi Parti ve Hükümet Programlarında Çalışma Yaşamı/Dr. Yusuf Ekinci, Dr. Naci Önsal'dan yararlanılmıştır.


   

Şeker de yiyebilsinler!


Ankara'daki bir mitingte anne ve babalarını yalnız bırakmayan iki küçük kız çocuğu.

Soldaki biraz daha büyük olduğundan olsa gerek henüz ortalığı süzmekle yetiniyor. Sağdaki küçük ise kendini tamamen olaya kaptırmış. Boynundaki fuları, büyükleri taklit ederek havaya kaldırdığı yumruğla deneyimli bir gösterici edasında.

Büyük bir ihtimalle işsiz babasına iş ya da ücretine zam için bağırıyor. Gözlerinde ışık, aklında ise muhtemelen daha çok pamuklu şeker var...

Bir cinayet, bir karar ve arta kalanlar




Son dönemde birinin ak dediğine diğeri kara diye gazeteler bu kez hemen hemen aynı yada benzer manşetleri attılar.

Dünya tersine dönmedi veya kıyamet kopmadı...

Peki ama ne oldu?   


17 Ocak 2012 Salı

74 milyon birlikte köprü işine giriyor


Barışa Köprü Ol! konser afişinden

Kültüründe "imece" geleneği bulunan bir halk, tarlada ekin biçmek, birleşip birlikte kurban kesmek gibi uygulamalara çağın şartlarına göre bir yenisini eklemenin arefesinde. 74 milyon, ülke bütçesine vereceği katkıyla bu kez "kese birliği" yaparak bir köprü inşa etmeye hazırlanıyor!

İstanbul Boğazı'na yapılacak 3. köprü için talipli çıkmayınca (B) planı olarak projenin özkaynakla yapılacağı açıklandı. Yani harcamalar genel bütçeden, başka bir ifadeyle vergilerden karşılanacak.

Projeye bu yıl başlanması, 2013 ve 2014'te de köprü için yoğun bir harcama yapılması planlanıyor. Köprünün yaklaşık 6.5 milyar dolara mal olması bekleniyor. Kur 1.85 liradan hesaplandığında yaklaşık 12 milyar 25 milyon liralık bir maliyet öngörülüyor.

Hal böyle olunca akla şu sorular geliyor:

Peki 74 milyonun katkılarıyla oluşan bütçe kaynağıyla yapılan köprü için bittiğinde geçiş için para verilecek mi?

İnsanlar bizzat finanse ettikleri bu köprüden ücretsiz mi geçecek, yoksa geçerken üste para mı verecek?

Yok eğer geçişte para verilecekse köprü niye bütçe kaynağıyla yapılıyor?

Tasarruf!... Peki ama nasıl?



Son günlerde vatandaşlara en fazla önerilen şey "tasarruf yapılması". Oysa veriler, çalışanların çok büyük bir bölümünün tasarruf yapmasının mümkün olmadığını ortaya koyuyor.

Bir kişinin tasarruf yapabilmesi için hayatında basit bir kuralın hayata geçiyor olması gerekir. Yani tasarruf için kazancının harcamalarından fazla olmasına ihtiyaç vardır.

Türk-İş'in yaptığı araştırmaya göre ise 4 kişilik bir ailenin yoksulluk sınırı Aralık 2011 itibariyle 3.063,17 lira.

Yani Türkiye'de anne, baba ve iki çocuktan oluşan bir ailenin "yoksulum" dememesi veya ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra tasarruf yapabilmesi için 3.063,17 liraya ihtiyacı bulunuyor.

Buna karşın Maliye Bakanlığı verilerine göre, Ocak 2012 itibariyle aile ve çocuk yardımı dahil memur (9/3) 1.755, memur (13/1) 1.749, hizmetli (12/1) 1.630, öğretmen (1/4) 2.135, öğretmen (9/3) 1.865 lira maaş alıyor. Memurların büyük bölümünün de maaşları bu düzeylerde bulunuyor.

Asgari ücretli için ise çok daha karanlık bir tablo söz konusu. Eşi çalışmayan 2 çocuklu bir asgari ücretli Ocak 2012 itibariyle 747.68 lira ücret alıyor.

SGK verilerine göre, Ekim 2011 itibariyle kamu ve özel sektörde çalışan 11.078.121 işçi günde ortalama 46.63, ayda yaklaşık 1.400 lira ücret alıyor.

Emekliler açısından ise tasarruf, ancak hayal edilebilecek bir durum. 

Rakamlar, ücretli ve emeklilere tasarruf yerine ay sonunu getirmenin, yani geçinebilmenin formülünü vermek daha bir anlamlı olacağını söylüyor. 

14 Ocak 2012 Cumartesi

Lefter'in utandıran sessizliği



Futbolun efsane ismi Lefter Küçükandonyadis, oynadığı oyunla taraflı tarafsız tüm Türkiye'nin hayranlığını kazandı. Ama bu hayranlık ülke tarihindeki karanlık bir olaydan hedef haline gelmesine engel olmadı. O ise yaşadıkları karşısında kendisine yakışanı yaptı... 

İşte kendi anlatımıyla Lefter'in ülke tarihinde önemli bir yara açan 6-7 Eylül Olayları'nda yaşadıkları:
"15 gün önce gol attığımda omuzlardaydım. O gün ise kayalar ve boya tenekeleriyle karşılaştım. En kötüsü harçlık verdiğim çocuklar evime saldırdı. Evde ne pencere, ne kapı kalmıştı. Kızlarım küçüktü, onları öldürmeye kalktılar. İstanbul'dan Emniyet Müdürü evime geldi. Gece gördüğü manzara karşısında 'Aman Allahım' demişti. Çok sordular kim yaptı diye, ama o gün de söylemedim, bugün de söylemeyeceğim."